Bir kahve içelim Kenya koksun
Öğrencimiz Seren Öztürk kahve ve ırkçılık konusunda Abdulkarim Kibet ile bir röportaj gerçekleştirdi.
Kenya’nın Rift Vadisi’nde doğmuş Abdulkarim, 6000 kilometre uzunluğundaki nam-ı diğer Büyük Yarık Vadisi’nde. Ortadoğu ve Afrika’da, Ürdün’den Mozambik’e kadar uzanan koca bir coğrafyada ailenin tek erkek çocuğu olarak hayata gözlerini açmış. İlerde ırkından ve inancından kaynaklı dışlanacağını bilmeden yaşamış hikayesini. “Kimin aklına gelir renginden, dininden dolayı dışlanacağı, ötekileştirileceği?” Abdulkarim’in sorusuydu bu. Cevap beklercesine bakmıştı bana. Kimsenin, hiç kimsenin aklına gelmez diyebildim sadece. Kaldı ki onun da aklına gelmemiş. Böyle söyledi sessizce. Sonrasında hayat acı bir şekilde ödetmiş ona farklı olmanın bedelini…
Bolu Merkez’deki yüksek tavanlı şirin ve minik kafelerden birinde oturduk Abdulkarim ile… Kafenin içi olabildiğince sessiz ve sakindi. Kafenin duvarlarındaysa Yeşilçam oyuncularının fotoğrafları asılıydı. Saniyeler dakikaları dakikalar saatleri kovalarken sohbette iyice koyulaşmıştı. Abdulkarim Kenya’nın Rift Vadisini anlattı uzun uzadıya. Görkemli dağlarını, muhteşem ovalarını, alabildiğine zengin volkanik topraklarını ve hak ettiği ilgiyi görmediğini söylediği Turkana Gölü’nü… Turkana Gölü dünyanın en büyük çöl gölü olmasının yanı sıra Afrika’nın en büyük Nil timsahı nüfusuna sahipmiş. Rift Vadisi için bunların haricinde daha birçok güzelliği içinde barındıran coğrafi bir zenginlik diyorlarmış, bilmiyordum. ‘‘17 Eylül 2013 Türkiye’ye ilk geldiğim gündü’’ dedi Abdulkarim. ‘‘Ülkenize okumaya geldim; İzzet Baysal Üniversitesi’nde Kimya okuyacaktım ama Türkçe hazırlık için İstanbul’da yaşadım bir süre. İstanbul çok güzel bir şehir. Öncesi var ama… İlk olarak 2001 senesinde kuzenim geldi buraya o sayede tanıştım ülkenizle. Aslında bizim ülkemizde de eğitim seviyeleri hemen hemen aynı, ama bizim orada eğitim çok pahalı. Zengin çok zengin, fakir çok fakir. Gelince anlıyorsun zaten, hem Türkiye daha ucuz.’’ Peki sizi zengin kılan madenleriniz mi yoksa ürettikleriniz mi diye sordum Abdulkarim’e. ‘‘Zenginliğimiz çok fazla bizim, petrolümüz var, çay da yetiştiriyoruz fakat en ünlüsü de kahvelerimiz tabii ki’’ diye cevap verdi özlem dolu sesiyle. Şimdi ne iş yapıyorsun okuyor musun diye sordum kendisine. ‘‘Tabi, tabiki okudum, burada Bolu Abant İzzet Baysal Üniversitesinde Kimya bölümü okudum. Şimdi de özel bir dil kursunda öğretmenlik yapıyorum. İngilizce öğretmeye çalışıyorum insanlara. Herkesin fazladan bir dili olmalı’’ diye yanıtladı beni. Peşi sıra İngilizce, Swahili, Arapça ve Türkçe olmak üzere toplamda dört dil bildiğini söyledi Abdulkarim bana.
Bildiği diller hakkında biraz konuştuk. Sonra bakışları dumanlandı Abdulkarim’in hafif bir sis perdesi aralandı yüzünde. Çekincelerimi bir kenara bırakarak sordum usulca, iyi misin? Anlık bir duraksamanın ardından parmaklarının kelepçe görevi gördüğü ince belli dumanı üstünde çay bardağını bıraktı masaya ve sakince kafasını iki yana salladı, o da emin değildi sanırım nasıl olduğundan. Bir süre sessiz kaldık ikimizde… Sanki sessizlik az da olsa kafamızı toparlamaya yardımcı olmuştu. Bildiği dillerden bahsederken Swahili’den açıldı konu. Swahili’yi sordum Abdulkarim’e bir parça bilmemenin verdiği utançla; ‘‘Kenya’nın ana dili ve iki resmi dilinden biri’’ diye yanıtladı beni. İngiliz sömürüsü altında oldukları için dilleri de yaşayışları da zaman içinde bazı değişikliklere uğramış, bakmayın şimdi o coğrafyada İngilizcenin hakim olmasına hatta resmi dil oluşuna… Hatta öyle ki Kenya’nın %85 ile nüfus yoğunluğu Hristiyan. Fakat Abdulkarim halkının asimile olduğunu ve çoğunluğu Müslümanların oluşturması gerektirdiğini söylüyor. Ülkesinde kendisinin mensup olduğu dinden yani Müslümanlığından kaynaklı olarak fazlasıyla sorun yaşadığını anlatmak istedi Abdulkarim bana. Ve en acısı kendi ülkesinde yaşamış olması bu kötü anları. En basitinden kimlik veya pasaport çıkartmak için bile devlet dairesine gittiğinde sorun çıkartırlarmış hep. Sadece bunu söyleyebilmişti zorlukla yutkunarak ve durgunlaşmıştı birden. Yaşadığı zorluklar geliyordu sanırım aklına. Ondandı galiba bu kızgınlığı. Alnı kırışmıştı, çünkü bir anda tek kaşının havalanmasından sitem ettiği anlaşılıyordu kötü hatıralarına… Abdulkarim kendini anlatmak istedi bana. Hevesle dikleştim oturduğum sandalyede hafifçe öne doğru geldim ve artık dikkatle dinlemeye hazırdım ki nitekim o da başladı anlatmaya: ‘‘Buraya gelme amacım kendime bilgi, dil ve deneyim katıp olgunlaşarak faydalı bir insan olabilmekti. Üniversitem çok şükür sorunsuz bitti diyebilirim. Sonra yeni bir hedef belirledim kendime; yüksek lisans… Şimdi bana şans veren bu ülkede bir şeyler öğretmeye çalışıyorum insanlara, ingilizce gibi. Yüksek lisansımı yapacağım, sınavları bekliyorum. Artık daha büyük bir hedefim var ama yüksek lisanstan sonra ülkeme döneceğim. Burada öğrendiklerimi kendi ülkemin geleceğine faydalı olarak kullanacağım’’ dedi. Araya girdim bu noktada; ülkende okuma oranı ne düzeyde, dış göç fazla mı ya da senin gibi okuyup-çalışıp geri mi dönüyorlar diye sordum. ‘‘Ülkemin okuma oranı gerçekten yüksek, evet göç var ama fazla değil genellikle benim gibi yurt dışında okuduktan sonra dönüyorlar’’ diye cevapladı Abdulkarim benim bu sorularımı. Kaldığı yerden devam etti sonra. ‘‘Zaten benim bir ailem var orada; annem, babam, iki kız kardeşim ve yardım etmek istediğim sayısız hayat’’ dedi. Anlık bir üzüntü belirdi tepeden tırnağa Abdulkarim’de. Tıpkı bir ürperti gibi yokladı geçti bedenini. Hiç ırkçı bir söyleme veya şiddete maruz kaldın mı diye sordum Abdulkarim’e. ‘‘Bolu’da işte üniversitedeyken yukarıdaki otobüs kuyruğunda sırada bekliyordum. Sırtımda çanta, elimde telefon normal bir şekilde bekliyorum ben değil mi yani? Değilmiş işte çocuğun biri laf attı bana, kötü bir laf… Ten rengimle ilgili. Çocuğun yanında arkadaşları var, uyardılar çocuğu, bana iyi tepki verdiler onlar ama çocuk susmadı. Tekrar etti ben de tepki gösterdim’’ Sanki bu olay şu an yaşanıyormuşçasına üzüldü Abdulkarim. Konuyu değiştirmek istercesine baktı gözlerime, öylesine anlamlı ve derin… Saygıyla eğdim kafamı önüme: çünkü artık gözler kalbin aynası olmuştu bizim için, konuşmadan anlaştık. Kim bilir neler geçiyordu şu an aklından ya da anlatmadığı neler vardı daha acaba? Türk yemeklerini seviyor musun, alışmakta zorluk çektin mi diye sordum. ‘‘Türkiye’ye ilk geldiğimde yemeklere alışmakta çok zorluk çektim. İyi ya da kötü insan her yerde var ama yemek… Bir de iklime alışması zor. Şey şimdi burada yemek olarak da içli köfte çok seviyorum. Bizim oranın da katmerini ve baharatlı pilavını. Herkesin memleketi kendine çok güzel ama ben ülkeme hasret duyuyorum; zormuş gurbetlik… Hiçbir yerde, hatta içtiğim kahvede bile o eski tadı, ülkemde içtiğim kahvenin tadını alamıyorum’’ dedi Abdulkarim. O zaman söyle de bir kahve içelim, madem tadı gelmiyor kokusu gelsin Kenya’dan diyebildim sadece…